Bir varmış bir yokmuş. Eski zamanlardan birinde, üç kapılı, etrafı surlarla çevrili bir kalenin içinde, gözün görmeye yetemediği büyüklükte bir ülke uzanırmış.
Birinci kapıya yakın yerde oturan insanlar zengin, ikinci kapıya yakın yerde oturan insanlar yoksul, üçüncü kapıya yakın yerde oturan insanlar ise umutluymuş.
Hem gezgin hem de bilge olan bir ihtiyar adam bu ülkeyi merak edip görmek istemiş. Yollara düşmüş; uzak yollar kat etmiş, nice diyarlardan geçmiş ve düşünmekten uykusuz kaldığı, hayallerinde canlandırdığı yere varmış nihayetinde.
İlk kapıdan girmek istemiş önce. Muhafızlar almamış onu içeriye. Sebebini öğrenmek istediğindeyse, “bu kapıdan içeride zenginler yaşar, şu haline bak, eski püskü kıyafetler içerisindesin, sen dilenci olmalısın” demişler. “Ben bir bilgeyim” demiş yaşlı adam. “Öğrencilerim var benim, dersler veririm, insanı, doğayı, evreni gözlemler, yeni bilgiler edinmeye çalışır, bunları öğrencilerime anlatırım” demiş. Gülmüşler bilgeye, inanmamışlar hiç.
Bilge birinci kapıdan giremeyeceğini anlamış. Onca yorgunluğuna rağmen ikinci kapıya doğru yürümüş. Gün boyu sürmüş bilgenin yürüyüşü. Sonunda varmış ikinci kapıya. Muhafızlara içeri girmek istediğini söylemiş kibarca. Reddetmiş bunu muhafızlar. “Bu kapının içinde yoksullar yaşar. Öyle çok yoksul var ki, yeni bir yoksula yer yok artık aramızda” demişler. “Ben sadece halkınızı tanımak, kısa bir süre misafir olmak istiyorum” demiş bilge. “Bizim kabul edecek misafirimiz yok artık. Kendimiz zar zor doyuyoruz, bir de seninle uğraşamayız” demiş muhafızlar.
Çok üzülmüş yaşlı bilge. Son çare üçüncü ve son kapıya doğru yol almaya başlamış. Ama öyle yorgunmuş ki, yürüyecek hali kalmamış artık. Son gücünü kullanıp da tam üçüncü kapıya vardığı anda yere yığılıvermiş boyluboyunca. Gözlerini açtığında sade döşeli bir oda içinde, tertemiz bir yatak üzerinde buluvermiş kendisini. “Misafirimiz uyandı” diye seslenmiş bir kadın. Bir anda odaya sesleri sıcacık, tavırları yumuşacık insanlar girmiş. Kimi yemek getirmiş yaşlı adamın karnı doysun diye, kimi çiçek koymuş odadaki masanın üzerine. Hal hatır sormuşlar, bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmek istemişler bilgenin.
Çok şaşırmış yaşlı bilge. “Ben ülkenizde yaşayan halkı tanımak istemiştim” demiş. “İlk iki kapıdan geri çevrildim, son çare üçüncü kapıdan girmek istedim ama bayılmışım sanırım yorgunluktan. Teşekkür ederim beni kabul ettiğiniz için“ demiş.
“Hoş geldiniz” demiş kendisi gibi yaşlı bir adam. “Dilediğiniz kadar misafirimiz olun, sizi ağırlamak bizi mutlu eder“ demiş. Biraz kendine gelmiş yaşlı bilge. Demiş ki, “ilk kapıda zenginler, ikinci kapıda yoksullar yaşıyormuş. Ama en çok üçüncü kapıyı merak ediyordum. Siz umutlu insanlarmışsınız” demiş. “Bizde zenginlik de yoktur, yoksulluk da” demiş yaşlı adam. “Nasıl oluyor bu?” demiş yaşlı bilge. “Biz paylaşırız her şeyimizi” demiş yaşlı adam. “Olan olmayana verir. Gücü olan gücü olmayana yardım eder. Bilen bilmeyene öğretir. Sağlıklı olan hasta olanın yanındadır. İyi olan, sıkıntıda olana koşar. Biz paylaşırız“ demiş.
Çok şaşırmış yaşlı bilge. “Sizin hiç mi farklılıklarınız yoktur?“ “Elbette var” demiş yaşlı adam. “Beş parmağın beşi bir olur mu hiç, ama önemli olan beş parmağın aynı elde bulunması, birbiriyle uyumlu olmasıdır. Bir parmağın bile yokluğunu hisseder o el. Biz birbirimizi tamamlar, birbirimize hoşgörüyle bakarız” demiş.
Yaşlı bilgenin gözleri dolmuş. “Böyle bir hayatın olabildiğini yaşlılığımda da olsa gördüm. Asıl zevk böyle bir dayanışmada, estetik dediğimiz bir elin parmaklarının böyle uyum içinde bir arada durabilmesinde” diye düşünmüş.
Geldiği ülkeye geri dönememiş yaşlı bilge. Yorgun bedeni buna izin vermemiş. Son günlerini hep o üçüncü kapıdan içeride, hep umutlu insanlarla birlikte geçirmiş. Son günlerinde bile nice güzel şeyler görmüş, nice taptaze bilgiler öğrenmiş ve huzur içinde ölmüş.
Yaşlı bilgeyi bağrına basmış umutlu insanlar. O öldüğünde sanki babaları ölmüş gibi üzülüp anısını hep saygıyla yad etmişler.
Ergür Altan