matematikkafe.com
KOŞAN EĞİTİMDEN EMEKLEYEN EĞİTİME
Yarım kalan bir eğitim rüyası:
Atatürk’ü en çok üzen konu, Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 10 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen ülkede ekonomi ve eğitim adına hala istediği seviyeye ulaşılamamış olmasıydı.
Bu halkın, nedenini dahi bilmeden Yemen, Trablus ve Balkanlarda nasıl cansiperane savaştığına yakından tanıklık etmişti. Kurtuluş savaşını da bu güce dayanarak, onların içtenlik ve yiğitliklerine inanarak başlatmış ve de kazanmışlardı. Ülke bağımsızlığına kavuştuğunda ise önce köylerin iyileşeceğini ve daha mutlu bir toplum yaratılacağını anlatmış buna da tüm halkı inandırmıştı.
Ama köylü halk geri kalmışlıktan ve zor yaşam koşullarından hala kurtarılamamıştı. ’’Eli makine tutan’’ ve ‘’Aklı hür vicdanı hür’’ dediği kuşaklar bir türlü yetişmiyordu. İşte bu kaygılı ve düşünceli geçirdiği süreç onu bedensel yıpranmalardan daha çok etkilemişti…
Devlet kısıtlı bütçeden eğitime büyük pay ayırmasına rağmen yasalarda, anayasada ve parti programında da güzel maddeler olmasına rağmen eğitimin ekonomik giderlerini karşılamak zor oluyordu. Hatta dünyaca ünlü eğitimcilerde çağrılmış ama gelişmiş ülkelerde üretilen eğitim projelerinin hem maliyeti yüksek hem de bizim kültürümüze hiç uymuyordu. Oysa Atatürk Türkiye’nin gerçek sahibine yani köylüye hak ettiği donanımı vermek istiyordu…
Değişim de hiç kolay olmuyordu bu arada…1924-25 yıllarıydı ve bir yandan ülke için uğraşılıyor, diğer taraftan da sorunlar çıkıyordu. Doğuda ki, Şeyh Sait ayaklanması, İzmir suikast’i, bir yandan fabrikaların kurulup ağır sanayi hamlesinin yapılması, halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. büyük olaylar hep arka arkaya gelmişti bu yıllarda. Ama devrimler olanca hızıyla devam etmekteydi…
Bunlar olurken başbakan Fethi Okyar istifa etmiş ve yerine İsmet İnönü başbakan olmuştu. Ama devrimin ikinci kez Milli Eğitim Bakanı olan Hamdullah Suphi Tanrıöver ise hala meşrutiyet kafasında, eskiyi onarmakla ve imam hatip okullarını iyileştirmekle uğraşıyordu.
Oysa devrimin en somut örnekleri önce eğitimde ve de köyde eğitimde görülebilirdi? Sizce de öyle değil midir? Hem yeni kurulan meclisteki genç ve devrimci milletvekilleri hem de bu işlere kafa patlatan aynı kafadaki gazeteciler, yazarlar bu durumlara çok tepki gösteriyorlardı…
İşte tam da bu sırada ‘’Türkiye Öğretmenler Birliği’’nin genç başkanı ‘’Mustafa Necati’’ Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. (20 Aralık 1925) Hem ülkücü bir öğretmen hem de Kurtuluş savaşında düşmana ilk kurşun sıkan kuvvay-ı milliyeci’lerden biri olması, onun eğitim ordusunun başına getirilmesinde çok kararlı ve titiz davranıldığını göstermektedir…
Bu genç ülkücü öğretmen görevde kaldığı üç yıl içinde yaptığı işlerle Türk Eğitim Tarihine ‘’Mustafa Necati dönemi’’ olarak adını yazdırmıştır. Onun döneminde yapılan işlere kısaca bakmak gerekirse; 26 Aralık 1925 te göreve başladıktan bir hafta sonra 3.Heyet-i İlmiye’yi toplamıştır (8 Ocak 1926). Başkanı da kendisinin olduğu bu önemli toplantıda alınan kararlara kısaca bakılırsa;
-Gündüzlü okullarda karma eğitime gidilmesi
-Meslek okullarının ‘’Mustafa Kemalin gösterdiği doğrultuda’’ Teknik eğitimi amaçlaması
-Lise ve öğretmen okullarının geliştirilmesi
-Talim Terbiye Dairesinin kurulması
-Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal durumlarının iyileştirilmesi
Kararları alınmış ve bunun sonucunda da 1926 da bu karaları da içeren -‘’789 sayılı Maarif Teşkilatına dair kanun’’ çıkarılmış-Talim Terbiye Dairesi kurulmuş-Dil Heyeti oluşturulmuş (Telif ve Tercüme yerine)-Heyet-i İlmiye yerine geçecek olan ‘’Maarif Şurası Yönetmeliği’’ hazırlanmıştır.
27 maddeden oluşan bu yeni yasa ile okullaşmada yapılanma, plan program ve halk eğitimi vb. hedeflenmiş ilk etapta 10 yıllık plan yapılarak şehir ve köy ilk öğretmen okulları yetiştirilecekti. Çünkü dönemin klasik öğretmen okullarının öğretmenleri yaşlanmış ve de yıpranmışlardı. Bu yüzden Cumhuriyet kendi eğitmen kuşağını yetiştirmeliydi.
Hemen sıcağı ile 1926 da Kayseri Zincirdere de 1927 yılında da Denizli de iki yeni öğretmen okulu açılmıştır. İş eğitimine önem verdiği için bu okulların klasik bilgi okullarından daha verimli olduğu da kanıtlanmış ancak maliyetlerinin yüksek olması sebebiyle (Tabii ki Türkiye koşullarına göre) hem de az öğrenci kapasitesi gerekçe gösterilerek bu okullar çoğaltılamamıştır…
Bu okullar Türkiye’de Köy Enstitüleri kuruluncaya kadar öğretmen eğitimine kılavuzluk etmişlerdir. Mustafa Necati’nin 1 Ocak 1929’da ani ölümüyle eğitim alanının da atılan birçok yeni adım ve yapılacak önemli işler öksüz kaldı. Zaten bu çalışkan ve yenilikçi bakanın çabaları da halkın laik eğitime karşı isteksizliğini bozamamıştı. Çünkü laik eğitim köylülerin beklentilerini karşılamıyordu ki; din baskısı eğitimden boşaltıldığı halde, program hala öğrenciye din eğitimi gibi anlamadığı bilgiyi ezberletmeye dayalı sürdürülüyordu ve tabi ki isteksizlik kaçınılmaz olacaktı. Öyle değil mi?
Mustafa Necati’den sonra eğitimdeki birçok engelin kalkması daha kolay yol alınacağını düşündürmüştü ama maalesef öyle olmadı. Çünkü 1928’de dünya büyük bir ekonomik krize girmiş ve Türkiye’de bu buhrandan nasibini almıştı. Girişilen büyük bayındırlaşma ve sanayileşme hamleleri çok büyük giderler istiyordu. Ama söz konusu eğitim olunca devlet cömert davranıyordu. Buna rağmen batı örneği klasik tüketici eğitime para dayanmıyordu ki…
Mesela Mustafa Necati den sonraki bakan Cemal Hüsnü Taray ; Millet mektepleri ve Okuma seferberliği (meşhur bilenler bilmeyenlere anlatsın ) uygulamalarını başlattı fakat bu adımlarda cılız kaldı, dağ gibi eğitim sorunu karşısında. Asıl köye yarayışlı eleman sorunu daha çözülememiş ti?
O yıl Milli Eğitim bakanı yeniden değişti. Yeni gelen bakan, Esat Sagay’da köklü atılımlara yönelmeyip günlük eğitim işlerini yürütmekle yetindi çoğu gibi… Hatta bu dönemde (1931) Türk ocakları kapatıldı. (1932) Halk evleri açıldı. Çoğu meslek grupları köylere geziler düzenledi ve eğitim seferberliği başlattı ama yine yetersiz yine yetersizdi. Bir türlü köylere ve köylünün kalbine ulaşılamıyordu…
Mustafa Kemal’in isteği ile Milli Eğitim bakanı bir kez daha değişmiş bu seferde sıra Dr. Reşit Galip’e gelmişti. Onunda özellikle köyler ve köycülükle ilgili yapmış olduğu bir sürü projesi olmasına rağmen romantik köycülükten öteye gidemeyerek istenen başarıyı o da gösterememiş ve Atatürk’ü çok kızdırmıştır. (Atatürk onun Kurtuluş savaşı sırasında ve hemen sonrasında köy ve köyün sorunları üzerine neler yaptığını; Özellikle sağlık ve eğitim üzerine yaptıkları ve projelerini yakından biliyordu ve bundan dolayı ona çok kırılmıştı.) Fakat ayrılmadan önce ‘’Köy işleri komisyonu’’ nu kurmuştur.
Bu kurul, köyde eğitim ve köye göre öğretmen yetiştirme sorunuyla ilgilenecekti. Eski medreseliler gibi hem sürekli köyde kalacak hem de halkın sorunlarıyla ilgilenecek bir öğretmen nasıl yetişmeli? Sorusuna cevap arayacaktı…
1933-34’lere gelinmişti. Hala ilk ve ortaöğretimde öğrenciyi eleyen bir yöntem uygulanıyordu. Kent ilkokulları 5 yıl, köy ilkokulları ise 3 yıldı ve bu da hiç mi hiç adil değildi. Eğitimde fırsat eşitliği sağlamıyor ve yabancı gözlemcilerce de eleştiri konusu oluyordu haliyle…
Dönemin eğitimle ilgili başka bir ilginç ve can alıcı raporu da başbakan İsmet İnönü’nün 14 Mart 1934’te, CHP grup toplantısında yaptığı öz eleştiri yüklü konuşmasıdır. O güne kadar eğitimde yapılamayanları bütün çıplaklığı ve rakamlarla aynen aktarmıştı. 1930’lu yıllarda köy okullarına alınan 160 bin çocuktan ancak 60 bini bir üst sınıfa katılıyordu. Çünkü tarla ve bahçe işlerinde çalıştırılmak için bu çocuklar okuldan alınıyorlardı. Sırf bu bile başlı başına bir okula devam sorunuydu…
Ve İnönü bunu memlekete duyurmak zorundayım diyecek kadar da cesur davranmıştı. Ona göre öğrenciye çevredeki işleri okulda yaptırarak, hem ülkenin ekonomik gücünü yükseltmek hem de becerikli bir işçi kesimi yaratmak gerekiyor. Yine o yıllarda kapatılmış olan köy yatılı okullarıyla köy öğretmen okullarının yerinin de doldurulması gerekiyordu. Çünkü özellikle ilköğretim okulu öğretmenleri nitelikli olmalıdır. Ayrıca da öğretmen okullarında tarım ve sağlık öğretimine yer verilmesi gereklidir diyordu başbakan İnönü…
1924’te çıkarılan ‘’Öğretim Birliği Yasası’’ bile toplumdaki medrese kafasını, Osmanlı anlayışını kıramamıştı. Aksine medrese eğitiminin yerini daha kötüsü ‘’bilgi ezberleme’’ sistemi almıştı. Oysa ki, bize gerekli olan eğitim; kendilerini ve çevrelerini değiştirecek, meslek kazandıracak, modern üretimi ve ekonomiyi kurup güçlendirecek ve ülkeyi bayındırlaştırmada da etkili kılacak şekilde olmalı ve de tasarlanmalıydı…
O güne kadar Eğitim konusu hep özel idarelere bırakılmış, önemi yeterince kavranmamış hep oluruna bırakılmış ve de bir iç politika malzemesi olarak kullanılmıştı. Daha kötüsü ise o güne kadar ilköğretimin köylerin tamamına ulaşması için gereken maliyet bile hesaplanmamıştı. Böylesine ulusal çaplı bir kazanım için kimsede yürekten seferberlik çabası yoktu ve işin en acı tarafı da buydu…
Bir ışık lazımdı bize, bir kıvılcım gerekliydi? Yeni kültür bakanı Saffet Arıkan, Atatürk’ün kendisinden istediği köylere yönelik eğitim seferberliği için kafa patlatıp iyice bunalmışken aradığı ateş ayağına geldi. Ona bu kıvılcımı getiren aydın bir kuvvay-ı milliyeci, Atatürk devrimlerini iyi benimsemiş hem dürüst hem de çalışkan bir partili olan, eğitimci Nafi Atıf Kansu’ydu. Onun bakana getirdiği bu isim, müsteşarlık yaptığı zamanlarda, Almanya’ya gidip gelirken tanıdığı ve hiçbir göreve talip olmayan ama aldığı görevi ise en iyi şekilde yapan, sonradan da bacanağı olan Gazi Eğitim Enstitüsü yöneticisi ve resim-iş bölümü öğretmenliğini de yapan İsmail Hakkı Tonguç’tan başkası değildi…
O günlerde Atatürk’ün eğitim seferberliğine verdiği önemden dolayı partiden ve bakanlıktan görev alma beklentisinde olan çok uyanık vardı. Ama Nafi Atıf Kansu’nun seçtiği bu adam; Atatürk devrimlerinin yerine oturmayışının nedenini, ülke nüfusunun % 80’ini oluşturan köylüye gereğince yönelinmediği noktasına çeken ve bu konuda hem partiyi hem de kendisini kıyasıya eleştirmekten de çekinmeyen bir karakterdeydi ve işte bu yüzden önermişti Kansu onu bakan Arıkan’a…
Gerçi bakan Arıkan’da yabancı değildi bu isme, onu daha öncede duymuştu. Bazı kurullardaki tartışmalarda haklı duruşuna şahit olmuştu. Eğitim konusunda başkalarından farklı olan tutumunu ve zengin birikimini de öğrenmişti. Ayrıca 10.yıl açık hava sergisini de hazırladığı için onu Atatürk ve İnönü’ye tanıtmasının çok zor olmayacağını düşündü…
Bakan Arıkan ilk iş olarak onu odasına çağırıp, parti programını eline tutuşturdu ve işaretli sayfaları inceleyip fikrini söylemesini istedi kendisinden. Tonguç, fikrini soran bakana; Efendim, bu maddelerdeki ilköğretime ait olan görüşler bir rüyaya benziyor dedi. Bunun üzerine bakan da kendisine çok kızdı, ardından da sen bizim partimize hayalci bir parti mi diyorsun? Diye sordu…
Evet, onun gibi bir şey efendim. Çünkü tatbik edilmeyen fikirler hayalden öteye geçemezler diye cevap verdi. Ama bakan sakin sakin gülümseyerek ona şunu dedi; peki sen bizim bu tatlı hayallerimizi hakikat yapabilir misin? Yap da görelim bakalım dedi. Bunun üzerine Tonguç’ta; Efendim, ben ne CHP’yim ne de Devlet. Onların yapamadığını nasıl yapabilirim ki dedi.
Bakan da bunun üzerine, peki sana zahmet verdim yine görüşürüz diyerek onu uğurladı. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsündeki görevine dönünce bakanlıktaki bu olayı düşünmeye başladı ve bir yandan da işlerine gömüldü. Bir hafta geçmişti ki üzerinden, bakan onu tekrar çağırdı ve yanına gelir gelmez de koluna girerek onu ilköğretim genel müdürlüğü odasına götürdü ve Allah muvaffak etsin sonra gene görüşürüz diyerek kapıyı üzerine kapatıverdi…
Kapatış o kapatış. Sanki bakan kapıyı üzerine kilitledi de mecbur kaldı bu işi yapmaya Tonguç. Ve tam on yıl boyunca eğitim işleri ile sürecek mücadelesi de başlamış oldu. Hatta göreve getirildikten sonra bu görevde gözü olanlar tarafından, ne bu göreve layık olmadığı kaldı ne öğreniminin yüksek yöneticilik için yeterli olmadığı, ne de göçmen olması kaldı? Ama o bunlar karşısında hep sustu…
Devamı
Murat TEKİNEŞ